Perişan güzel olacak her şey. Bana inanın!…

Çoklarının merak ettiği bir soruyla başlayayım. İdris Özyol nerede, ne yapıyor?

Aslında en zoru böyle bir soruya cevap vermek. Yaklaşık 10 yıldır sesimiz soluğumuz fazla çıkmayınca, gerçek bir karakter olmadığıma karar verenler dahi olmuş. Ben radikal bir karar alarak Antalya’ya yerleştim. 8 yıldır Antalya’da yaşıyorum. Ruhuma son derece iyi geldi Akdenizli olmak. Daha doğrusu özümdeki Karadeniz hırçınlığı ile Akdeniz sıcaklığını harmanladım biraz. Ağaçlarla, meyvelerle, insanlarla uğraşıyorum. Hepsi bu…

Lisenin son sınıfında 7 kırık notla eve geliyorsunuz. Bu çocuk okumaz diyorlar. İ.Ü. Basın Yayın Yüksekokulu’nu kazanıyorsunuz. Nasıl oldu bu iş?

Eğitim sistemi bizim gibi hırçınları, haylazları, kafası başka yerde olanları hazmedemiyor. Başarının ölçütü “pekiyi”. Milletin fenle, matematikle, kimyayla uğraştığı bir ortamda ben devrimle, şiirle, felsefeyle uğraşıyordum. Onlar iyi bir yer kazanmaya kilitlenmişken, ben dünyayı değiştireceğime inanıyordum. Tabii sadece ben değil, “biz” demek lazım. Sokaklara inmiş bir kuşağın son temsilcileriydik biz. Okul sadece araçtı bizim için. Başka şeyleri daha fazla önemsiyorduk. Kendi içimizde, aklımızda, yüreğimizde yanan ateşi, heyecanı başkalarına da ulaştırmak, onların da aklını yakmak için vardık sanki. Hep de böyle olduk. Basın Yayın Yüksekokulu demek ki bu işin adresiymiş. Hedefi tam 12’den vurdum.

Lise yıllarından itibaren sol düşüncedesiniz. Üniversitede cezaevine düşüyorsunuz. Yasalarca belirlenen suçunuz neydi? Keşke yapmasaydım dediğiniz bir şey var mı bugün?

Korsan gösteri, polise mukavemet, örgüt üyeliği, Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga etmek… Bu ve buna benzer faaliyetler yani. “Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga” suçu zaten o dönemde gözaltına alınan herkesin boynuna asılan bir yaftaydı. Belki şimdiki kuşaklar bunu anlamakta zorluk çekebilir. Anlamı şuydu bu suçun: Anayasayı bozmak, değiştirmek ve ortadan kaldırmak. Yani bunun için girişimde bulunmak. Darbe ve sıkıyönetim dönemlerinde hakkında somut suçlama bulunamayan gençlerin çoğu bu suça teşebbüsten yargılanmıştır. Darbe yapıp anayasayı değiştiren generaller bu suça teşebbüs etmiş sayılmıyor; fakat sokağa fırlayıp “kahrolsun Amerikan emperyalizmi” diye bağıran gençler, aylarca, yıllarca cezaevinde kalıyordu. Keşke yapmasaydım dediğim hiçbir şey yok. İsyanımdan, muhalefetimden, devrimciliğimden onur duyuyorum. Hırsızlığı, zulmü, işkenceyi, hortumculuğu hiç övmedim. Aksine faşizme, emperyalizme, şovenizme karşı durdum. Karşı durduk. Bunun nesinden pişman olayım ki?

Sol yanınızdan ne zaman vazgeçtiniz? Ya da şöyle sorayım idealizm konusunda ne değişti? Müslüman kimlik ne kattı size?

Sol yanımdan hiçbir zaman vazgeçmedim. Hâlâ devrimciyim, hâlâ muhalifim, hâlâ dünyayı değiştirebileceğime inanıyorum. Bazı ezberleri bozmakta fayda vardır. Sol ve sağ kavramları ezberlenmiştir Türkiye’de. Şimdi ben şöyle bir soru sorayım: Müslüman olmak sağcı olmak mıdır? İslamiyet sağcılık mıdır? Eğer biri çıkıp, “evet öyle” derse ben tası tarağı toplayıp giderim. Demek ki kandırılmışımdır. Oysa Kureyş’e karşı, yani dönemin burjuvazisine, zalimlerine, aristokrasisine karşı, “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseler bu davadan vazgeçmem” diyen Peygamber beni kandırmış olamaz. Tabii ki İslamiyet sadece bundan ibaret değildir; ama bu devrimci öz, bu ruh içinden alınırsa ortaya sadece biçimsel bir din kalır. İslamiyet bence devrimci bir dindir. Ben de hâlâ solcuyum ve solcu olmaya devam edeceğim. Ne sol kimsenin babasının malı, ne de İslamiyet.

Gerçek Hayat Dergisi’nde yazıyorsunuz. Kitaplarınız var. Yazmak sanki sizde bir tavır alışın en sarih ifade biçimi…

Evet, yazmak bir tavır alıştır. Yazmak, molotof kokteyli sallamaktır. Yazmak, yumruk sıkmak, diş gıcırdatmaktır. Yazmak, pankart taşımaktır. Yazmak, devrimdir… Ötesi masal…

Bir arabesk tat var yazılarınızda sanki…

Arabeski seviyorum. Bu basit bir cümle oldu. Arabesk bir isyanın müziğidir. Daha doğrusu bir yaşam tarzıdır. Arabesk “öyle olmamaktır”. Yani iyi bir öğrenci, iyi bir personel, iyi bir hizmetçi, iyi bir bankacı, iyi bir uşak, iyi bir çocuk olmamaktır arabesk. Oysa sermaye, oysa oligarşi, oysa kapitalizm bizden iyi insanlar, iyi tüketiciler, iyi vatandaşlar olmamızı ister. Arabeskin ortaya çıkışı da aşağı yukarı 70’li yıllara rastlar. Her zamanın bir ruhu vardır. 70’lerin ruhu ise isyan, muhalefet… Sağ-sol ayrımı yapmadan söylüyorum bunu. O zamanın çocukları, hangi pencereden bakarlarsa baksınlar gördüklerine karşı isyan ettiler. Her hangi bir örgütün saflarına katılarak isyan etmeyenler ise, içlerindeki muhalefeti arabeskle anlattılar, arabeskle sergilediler. Arabesk isyanın bir parçasıdır. Ondan kopartılınca işte 90’lı yılların tatsız tuzsuz, ruhsuz, kişiliksiz müziği haline geldi. Arabesk bizim çocukların müziğiydi ve hâlâ da öyledir. “İtirazım var” diyen Müslüm Gürses, şimdilerde “ihtiyacım var” diyor olsa bile, hâlâ başımızın tacıdır.

Denemelerinizde çokça şarkı sözünü başlık olarak kullanmışsınız. Cezaevi etkisi diyelim mi bu duruma?

Hayır… Ben müzikten kopya çekiyorum, aşırıyorum. Adam ezilmiş, horlanmış, kenara itilmiş, görmezden gelinmiş ve bütün bunları bir şarkının, bir türkünün potasına dökmüş. Cezaeviyle bir ilgisi yok. Fakat bütün ülkeyi bir cezaevi gibi düşünürsek, işte o zaman “evet” diyebilirim. Gerçi şunu da söylemeliyim, hayatımın en içli, en kalabalık, en hüzünlü ve aynı zamandan en dirençli, en kahraman türkülerini, şarkılarını cezaevinde dinledim.

Yine iki deneme kitabınızı (Ne Mutlu Bana ki Lahmacun Yiyebiliyorum ve Overlokçu Bir Kıza İlan-ı Aşk) ele aldığımızda bir tür mahalle sosyalizmi edebiyatı göze çarpıyor. Bir tür gettoya övgü de diyebiliriz. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Amerika’ya yerleşen ilk beyazların kurduğu kasabalar bir tür “komün”dür. Her komün kendi yasasını işletti, kendi güvenliğini sağladı, kendi şerifini seçti. Amerikan kasabaları, “vahşi Batı” diye tarif edilen tehlikeye karşı kendi örgütlenmelerini sağlamış bağımsız mekanizmalardır. Filmlerde gördüğümüze göre bu yapı halen sürüyor. Benzer bir şey de Türkiye’de, köyden kente göçün yoğunlaşmasıyla ortaya çıktı. Büyük şehirlerin etrafında oluşan derme çatma mahalleler, varoşlar kendi içlerinde örgütlendiler. Farklı bir ahlak, farklı bir yaşam tarzı, farklı bir gerçeklik oluştu kentlerde. Çağımızda kentleri kent yapan dinamik de budur. Bilmem kaç göbekten kentli olanların uykusunu kaçırır varoşlar, onları zinde tutar. Kavafis’in “Barbarları Beklerken” şiirini bir okuyun, bir daha okuyun, bunu daha iyi anlayacaksınız. Ben o dinamizmin, o gerçekliğin, o ahlakın, o şiddetin, o mücadelenin, o ayakta kalma arzusunun anlatıcısıyım. Ben bir anlatıcıyım. Sadece bir anlatıcı.

Neden bir overlokçu kıza ilan-ı aşk? Paşa kızları, patron kızları dururken…

Paşa kızları, patron kızları dursunlar zaten. Onlardan bize ne… Ben hiçbir gazetenin seri ilan sayfasında “paşa kızı aranıyor” diye ilan görmedim. Paşa kızlığı paşadan gelir, overlokçuluk ise emekten, yoksulluktan, ekmek kavgasından. Anlatılan emeğin, kavganın, ekmeğin hikâyesidir. Ben hayatın bu tarafındayım. Hayatın öbür tarafıyla playboylar ilgilensin. Ben kovboyum. Ben ofis boyum. Ben jiletçiyim, Allahçıyım, sosyalistim…

92’de Varlık Dergisi’nin şiir ödülünü aldınız. Şimdi şiirle irtibatınız ne durumda? Yazıyor musunuz hala şiir?

Evet yazıyorum. Arada sırada da yayınlatıyorum. Bu bana yetiyor.

Neler okuyorsunuz, elinizin altında hangi kitaplar var?

Jared Diamond’un “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı kitabını okuyorum. Tavsiye de edelim. Mesela ben yaban bademinin nasıl evcil badem haline geldiğini öğrendim. Yeni ve şaşırtıcı bir bilgiydi benim için bu. Çünkü yabani badem, yani “acı badem”, zehirli bir bitkiymiş. Bir Nazi kurmayının yüzüğündeki siyanürden daha fazlası varmış bir bademin içinde. Acı badem, nasıl tatlı bademe dönüşmüş, insanlar acı bademi niye yetiştirmişler, tatlı badem haline getirmeyi nasıl başarmışlar, ilginç…

Son olarak İdris Özyol ifadesiyle sormak istiyorum: “Ey yazar bize içinde ateşler yanan bir cümle söyle!”

Yarın sabah sokaklarında devrim nöbeti tutacağım bir ülkede uyanacağıma inanıyorum. Perişan güzel olacak her şey. Bana inanın…

30 Aralık 2010 Perşembe

Ask, devrim ve sen...

Aşk, devrim ve sen

Yıkmak cesaret işi ve sonra yeniden yapmak, yeniden kurmak, yeniden sulamak diktiğimiz fidanı, en büyük cesaret bu. Büyük bir cesaret işidir dumanı tüten enkazdan, tepelerine yıktığımız mezbeleden yeni bir hayat çıkartmak. Ben buna adayım, buna talip, buna teşne. Yıkmaya bütün gördüklerimi, kırmaya, dökmeye ve sonra tam istediğimiz gibi, özgür, mutlu, adil, tertemiz bir dünya kurmaya. Tertemiz bir hayat… İşte o gün gerek kalmayacak yumruklarımızı kullanmaya.

28 Aralık 2010 Salı

şimdiki zaman aşkı

bir karşılığın var kumların dilinde
çöllerin hatırasında yayılan fıskiye
uzayan ve kendine çarpan kalp
çarptığı yerlerde işliyor saat  

gidişin sibirya  

suyun aklında bir damla genişler
avlular sunulur çıngırak sesine
yükümüz kapıların doğusu
doğuda bir gidiş yerleşir yerine  


yanardağ hazırlığı

tanıdım kötülüğün içini dışını yarasanın
birine seslenmek binlerce sessiz harf
susmak bukalemun insan kendine kilit

sen aya bakmanın tarihi
bakışlarda üreyen ayrılık

insanların büyümesi sıfırın icadı
yanardağ hazırlığı kısa vakitlerde
uzaklık bir adamı yerine çakmak
seni severken çivi deliği yürekte


! ve ?

bazı yerlere hiç dönülmez bazı çağlara
eskitir insanı hep aynı adımı yürümek
oysa ne kadar biçimli bir evin şehveti
koltukların hafızası masaların ayıp yeri

adam ünlem
kadın soru işareti


Kedi Merdiveni

babam benden sonra doğmuş olmalı
bu sizden sakladığım bir kara parçası
suya bakıyorum kırk yıl suyun alfabesine
balık yumurtasında içimden çıkarttıklarım

çektik fünyesini ağacın patladı nar
bir kedi dokuz anadan doğar

Benimle konuşurken gözlerimin içine bak

Benimle konuşurken gözlerimin içine bak

Gözlerinin içine bakarak ölüyorum burada.
Bir kaleyi düşürdükten hemen sonra ve arefesinde yeni bir savaşın, -ortada hiçbir sebep yokken- işte öylesine bir sabah, herkes uykudayken, şebnemlere dokunarak ölüyorum.

Bağırmadan ve söylemeden adımı ve hatta mümkünse ağzımın kenarında küçük bir gülümseme iskeletiyle, fotoğraf çektirir gibi, traş olur gibi, misafirliğe gider gibi ölüyorum sana baktıkça.
Hiç bir bağım yok bu dünyayla.

Ben Seni Unutmak için Sevmedim!

Ben Seni Unutmak için Sevmedim!

Bir gün ansızın, yüreğinin en eski köşesi,
uzun yılların gerisine saklanmış bir yara, bir hayal,
bir fotoğraf bütün dehşetiyle fırlayıp öne,
seni saçlarından tutarak büyük girdaplara doğru çeker.
Bir vakitler ağlayamadığın bir aşka, belki on yıl sonra, bugün, iki damla yaş düşürürsün.

Bir demli çay, bir simit ve bunların yanına iliştirilmiş bir paket sigara,

Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum...


Ben zaten her acının tiryakisi olmuşumÜstümüze yıkılıyor herşey ve biz herşeyin üstüne yıkılıyoruz.
Yollar senin olsun diyorum, ben kenardan yürürüm.
Üstümüze yıkılıyor dediklerimiz ve biz dediklerimizin üzerine yıkılıyoruz.
Yaralı bir hayvan gibi, arkamızda bir kan ırmağını sürükleyerek, yıkılıyoruz ettiğimiz her lafın üstüne.
"Gece gündüz tenhalarda bekleyenim var demedin" diyorum bakarak gözlerine ve baktığım herşey üzerime yıkılıyor.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Ben Senin Hayatından Gittim Oğlum

Gitmek güzeldir. Kalıp bir sirk maymununa dönüşmektense hayatınızda, kalıp suratımızı boyamaktansa, kalıp "geride kalan her şeye" tahammül etmektense; gidilmelidir. Gitmek güzeldir.

Güzeldir bütün renklerini yeryüzünün, bütün tadlarını, bütün seslerini, bütün iklimlerini, bütün sözlerini, onları bir put belleyenlerin masasına atarak, belirsiz, tarifsiz ve kifayetsiz bir 'gidiş'e gitmek. Bütün bu renkler, bu tadlar, bu sesler, bu iklimler biraraya gelse dolduramaz, giderken kumda bıraktığımız ayak izlerini.

Biz geliyoruz beyaz kafa...

Vardın Gittin Bir Soysuza Yoldurdun
Mihnet ile Ektirdiğim Gülleri,

Biz geliyoruz beyaz kafa; Şehirlerin kenarlarından, sokakların diplerinden, meydanların ücrasından kalkarak ayağa ve saçlarımızı en deli rüzgarlarda savurarak. ve ağzımızda kıvrak şarkılarla ve bir gelincik tarlasında yuvarlanır gibi ve tepeden tırnağa bir ateş halinde, biz geliyoruz.Dünyayı daha fazla sevmeye, insanı daha fazla anlamaya, hayatı daha fazla korumaya doğru koşuyoruz...

PETRA ´YA

Devrime inanmak gibi birşey senin yolunu gözlemek ve işte devrim, pencerede göründüğün o bir kaç dakika... 
Kız sen yaşamayasın! Vurulsun horonu yarım bırakan. Toprak yemeyi unutan vurulsun ve karanlığa doğru kurşunlar sıkılsın uzak evlerden. Birbirine uzak evlerden ve benim sana yakın kalbimden senin bana uzak kalbine eşkiyalar yürüsün. Deniz olmaya geldim pencerene, dilsiz ve hırçın, uçsuz ve bir avuç, deli ve ürkek, deniz olmaya geldim. Sana akan bütün nehirleri kurutmaya yeminli ve bin beter uykularda kalası geceye öfkeliyim.


26 Aralık 2010 Pazar

Seni Bana Kalp Diye Koymuşlar

senin en güzel yerin sensizligin
başka birine hazir oluşun aynalarda
bir gün başka uyanirsam yaninda
ya sen gitmişsin ya ben kaldim
işte o zaman beni otuz yil öldür
otuz yerimden sürgüne gönder
elbet ben nesiyim bu hayatin